Said-i Nursî Hazretlerine tâbî olan şakirdlerinden kıssalar:Said-i Nursî Hazretleri’nin yakın talebelerinden Hafız Ali, kendisi ve bütün kardeşleri adına Bediüzzaman Hazretlerine olan tâbiiyeti ve zamanın kutbuna tâbiiyetin zarurî olduğunu şöyle anlatıyor:
Gerek ben ve gerekse bütün ihvânımız (kardeşlerimiz) Üstad Hazretlerine bağlılığı şöyle telâkkî (kabul) ediyoruz (şöyle anlıyoruz):Âfak ve enfüsten müstedlel âyât-ı bînihayeyi (gözle görülen âlemler ve nefisler, ruhlarla alakalı kişinin iç âlemlerini delille ispat edilmiş sonsuz ayetleri) en iyi tefsir edecek bir insan-ı kâmile HER ASIR MUHTAÇTIR.
Asrımızda, Şark ve Garbda fâzıl ve muktedir (doğu ve batıda faziletli ehliyet sahibi) çok ulemâ yok değildir; fakat fânî menfaatlerden mütecerrid, sırf Nur-u Bâkî ile mütenevvir ve mütelezziz gavs-ı ferid (velîlerin başında bulunan en büyük mürşid) makamında en ziyâde bir mûtemede (güvenilire) ihtiyaç vardır. Bu evsâf-ı mebhûse (bu nitelik ve özellikler) ile Üstad-ı Kebîr muttasıf (büyük üstad vasıflanmış) olduğundan ZAMANIMIZIN KUTBU mesâbesindedir (zamanın en büyük önderi, kutbu-z zamanı, devrin imamı derecesindedir).ONA TEBÂİYET, tam uyulmaya lâyık bir muktedâbîhe iktidâ (Ona tâbiiyet tam uyulmaya, kendisine tâbî olunmaya layık bir imama bağlanma) mânâsındadır. Zamanın müceddidi, imâm-ı kübrâsı (zamanın dini yenileyen büyük imamı) fetrete uğradığına göre, böyle bir mürşid-i âzama merbûtiyet (tâbî olmak, bağlanmak) vâcib (zorunlu, mecburî, farz) derecesine varmıştır. İşte bu sâika (gerekçe), bizi ve onları düşünmeye bile sevk etmeden Üstad-ı Kebîre rabtediyor (bağlıyor)…Hafız Ali Tarihçe-i Hayat | Risale-i Nur ve Hariç Memleketler | 638
Hafız Ali, burada açık olarak kendi devirlerinde zamanın müceddidi ve imam-ı kübrası yani zamanın en büyük imamı Bediüzaman’a tâbiiyetin zorunlu olması gerekçesi ile hiç düşünmeden O’na tâbî olduklarını bildiriyor. Bediüzzaman’ın bir şakirdi olan Ahmed Nazif Çelebi mürşidi Said-i Nursî Hazretleri’ni nasıl bulduğunu ve O’na nasıl ulaştığını ve O’na tâbî olarak ellerini öptüğünü ve bunun şart olduğunu bildiğini aşağıdaki mektubunda söylüyor. Demek ki, her devirde olduğu gibi 13. asırda da Bediüzzaman Hazretleri’nin talebelerinin O’na tâbî oldukları ve önünde biat ederek ellerini öptükleri ve Risale-i Nur’un müellefi olan ve külliyatı kendisiyle bir bütün olarak gören Bediüzzaman’a hizmette bulundukları açıkça görülmektedir.
Biz aciz ve âsi ve günahkâr hizmetkârlarınızı dahi lütuf ve keremiyle irşada ve hidayete siz Üstadımızı rehber ve mürşid ve vasıta buyurmuştur ki, ebedî minnet ve şükranlarımızı edâdan aciz bulunuyoruz…On seneden beri Cenab-ı Rabbü’l-Âlemîn Hazretlerinden niyazımda, dâima beş vakit dualarımda, “Yâ Rab, bana bir mürşid-i kâmil ihsan buyur” niyazında iken, bundan üç sene evvel, yani Hicrî bin üç yüz elli yedi (1357) ve milâdî bin dokuz yüz otuz sekiz (1938) senesinde, İnebolu’da bir kahvede, Kastamonulu bir zavallı sarhoşun sitayişle (överek) bahsettiği bir zâtın Kastamonu’da mevcudiyeti (var olduğu) ve menfî olarak bulunduğunu işittim.Dikkat ettim ve tahkik ve tamik ettim. Anladım ki, otuz senedir kalbimde saklı olarak taşıdığım o zamanki Said-i Kürdî olduğunu hissettiğimden, her tehlikeyi göze alarak ziyaret edip MÜBAREK ELLERİNİ ÖPMEK LÂZIM VE ŞART OLDUĞUNU BİLDİM.Ve ziyaretimde, eski Said’in ism-i mübarekleri Bediüzzaman Said Nursî ve Risale-i Nur’un müellifi ve sahibi olarak buldum. Kemâl-i aşk ve ihlasla sarıldım. Ve benim yegâne mürşidim ve rehberim ve büyük üstadım o Risale-i Nur’dur dedim…Risale-i Nur talebelerinden Ahmed Nazif Çelebi (r.h.) Kastamonu Lâhikası | Emin İle Feyzi´nin Sordukları Bir Suale Üstaddan Aldıkları Cevap | 36,37
Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nur Külliyatının yazarı olduğu ve külliyatı kendisiyle bir bütünlük içinde gördüğü için, O’na tâbî olanlar, o zamanda Risale-i Nur’a tâbî olduklarını da söylüyorlar ve yegâne mürşidim diye telakki ediyorlardı. Risalelerin neşredilmesi için Bediüzzaman’a hizmette bulunan talebeleri, Bediüzaman Hazretleri’nin kendisine tâbî olmuşlar, elini öpmüşlerdi ve bununla birlikte Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur’un müellifi olduğu için böyle söyleyebiliyorlardı. Yani onlar o zamanda başlarındaki mürşidleri olan Bediüzzaman Hazretlerine tâbî olmuş ve onun yazdığı Risale-i Nur’a sarılmışlar ve külliyatı Bediüzzaman Hazretleri ile bir bütünlük içinde görüyorlardı. Fakat şu an Bediüzzaman Hz. dünya yüzünde olmadığı için, Risale-i Nur Külliyatına tâbîyim demek geçerli değildir. Elbaki Hüvelbaki Istanbul Üniversitesi Nur talebelerinden Kamil mektubunda der ki:
……Titreyerek, günah ve zaaflarıma bin teessüf ve tevbe ederek yaklaşıp, mübârek ellerini sonsuz bir iştiyakla öptüğüm ve içimi ter temiz tutmaya çabalayarak gözlerini bulmaya cesâret ettiğim o an, o gün, hâtıralarımın en büyük ve en nâdide yâdigârı olacak. Üniversiteli diğer kardeşlerim, Üstadımızın hizmetinde bulunmakla şeref-i uzmâya kavuşmuşlar…Elbaki Hüvelbaki İstanbul Üniversitesi Nur Talebelerinden KamilTarihçe-i Hayat | Sekizinci Kısım : Isparta Hayatı | 576
Bediüzzaman Hazretleri mürşide tâbiiyeti bir Üstadın elini öpmek olarak açıklar. Mürşidin önünde tövbe eden kişi tâbiiyetini gerçekleştirir ve mürşidinin elini öper. Zamanının İmamı Bediüzzaman Hazretleri’nin Allah tarafından vazifeli kılınması nedeniyle tâbiiyet esnasında elini öptürdüğünün bir delili olan Lem’alar adlı risalede görüldüğü gibi, Bediüzzaman’a „neden vazifesiz olduğun halde elini öptürüyorsun“ diye soran bazı yöneticilere cevap olarak; vazifesinin Allah tarafından verildiğini ima ederek, bu vazifenin ebedî hayata giden yolcular için bir belge ve onlara nur vermek için önemli bir görev olduğunu ifade ediyor. Demek nasıl ki, her devrin imamı gibi onun da Allah tarafından insanların kalplerini nurlandırmak ve hidayete erdirmek için vazifeli kılındığı ve eli öpülerek kendisine tâbî olunduğu açıkça anlaşılıyor.
ÜÇÜNCÜ İŞARET: Mağlâtalı (aldatıcı), divanecesine (akılsızca) bir sual:Bir kısım ehl-i hüküm (yöneticiler) diyorlar ki: “Madem sen bu memlekette duruyorsun. Şu memleketin cumhurî kanunlarına inkıyad etmek (boyun eğmek) lâzım gelirken, sen neden inzivâ perdesi altında kendini o kanunlardan kurtarıyorsun? …SEN NEDEN VAZİFESİZ OLDUĞUN HALDE ELİNİ ÖPTÜRÜYORSUN? Halk beni dinlesin diye hodfuruşâne (kendini beğenerek) bir vaziyet takınıyorsun?”…Elcevap:…Evet, yolculara seyahat için vesika vermek bir vazife olduğu gibi, ebed tarafına giden yolculara da hem vesika, hem o zulümatlı yolda nur vermek öyle bir vazifedir ki, HİÇBİR VAZİFE O VAZİFE KADAR EHEMMİYETLİ DEĞİLDİR. Böyle bir vazifenin inkârı, ölümün inkârıyla ve hergün el-mevtü hakkun (ölüm haktır) dâvâsını, cenazelerinin mührüyle imza edip tasdik eden otuz bin şahidin şehadetini tekzip ve inkâr etmekle olur. Madem mânevî hâcât-ı zaruriyeye istinad eden (manevi zarurî ihtiyaçlara dayanan) mânevî vazifeler var. Ve o vazifelerin en mühimi, ebed yolunda seyahat için pasaport varakası (belgesi) ve berzah zulümatında kalbin cep feneri ve saadet-i ebediyenin anahtarı olan imandır ve imanın ders ve takviyesidir (îmânın dersi ve güçlendirilmesidir)…… Lemalar | Yirmi İkinci Lem´a | 176, 177
Gerçektente Bediüzzaman Hazretleri’ne intisab eden yani O’na tâbi olan yakın talebeleri O’nunla birlikte çok zor dönemler geçirmelerine ve bazen de zamanın öyle gerektirmesi sebebiyle bazı şeyleri gizlemelerine rağmen, bütün çileleri göze alarak O’na sadakatle sarılmışlar ve üzerlerine her ne zorluk gelirse gelsin onun hizmetinden hiç ayrılmamışlar ve bütün bu çileler onlara Allah’a vuslata yani Allah’a ulaşmaya olan iştiyaklerini daha da arttırmıştı. Hüsrev’in mektubunda buyurduğu gibi:
Evet, sevgili üstadım. Biz Allah’tan, Kur’ân’dan, Habib-i Zîşandan ve Risale-i Nur’dan ve Kur’ân dellâlı siz sevgili üstadımızdan ebediyen razıyız. Ve intisabımızdan (tâbiiyetimizden, bağlılığımızdan) hiçbir cihetle pişmanlığımız yok....Biz ancak Allah’ı ve rızasını istiyoruz. Gün geçtikçe, rızası içinde Cenâb-ı Hakka vuslat iştiyaklarını kalbimizde teksif ediyoruz (yoğunlaştırıyoruz)…Çok kusurlu talebeniz Hüsrev Şualar | On Birinci Şuâ | 230 (336)
